mesaj dolu köpeğim

Posted on 14 Mayıs 2012 tarafından

3


Haftasonu için ormandaki kulübemize kaçtık. Burda şehrin keşmekeşinden uzak, basit ve sade bir hayat yaşıyoruz. Kuş sesleri, derelerin şırıltısı, rüzgarda ağaçların hışırtısı. O kadar. En fazla etraftaki hareketlenmeyle havlayan Coffee, bazen de komşu arkadaşlarımızın köpeği Leon. Doğaya dönmek çok iyi geliyor. Burada enerji topladıktan sonra şehre dönmek de.

© muratkazdal.wordpress.com

Coffee de başka bir mutluluğa bürünüyor. Bir kere buraya gelmek için en sevdiği ikinci yatağı arabanın bagajında seyahat ediyor. Evet, Coffee seyahat etmeyi çok seviyor. Bagajı da seyahatteki kulübesi yerine koyuyor. Buraya geldikten sonra birlikte yürüyüş yapmamızı dört gözle bekliyor. Hani tasmasız ve serbest diye alıp başını gitmek, kendi kendine işini görmek yok. Şehirdeki düzenimiz neyse onu farklı düzen, yine de benzer rutin içinde bizden bekliyor. Bir de artık kendi kulübesi olmasını istiyor belli ki. Ormanda en sevdiği dinlenme veya araştırma mekanı kulübenin altı. Hem sürekli koklayıp artık evin altında ne türlü canlı varsa onları kovalıyor, hem de güneşten, yağmurdan, rüzgardan korunmak üzere kendine sığınak seçiyor. Yakın zamanda kulübe işini halletmek üzere notumuzu alıyoruz.

Tüm köpeklerde olduğu gibi gözlemleyen için Coffee mesajlarla dolu bir köpek. Coffee’nin mesajları genel olarak pasif duruşlardan ibaret. Evde bir odadan diğerine geçerken bir bakıyorum, Coffee mamasını yediği odada iki ayak üstünde oturuyor. Hiçbir seslenme yok. Havlama yok. Gösterme yok. Orda oturmuş, bekliyor. Bakıyor. Odanın önünden geçerken bize beklediğini anlatıyor. Anlıyoruz, mama vakti yaklaşmış. Kurulmuş saat gibi mübarek. Tık demiyor, sektirmiyor.

Ya da dışarı çıkarmayı biraz ertelediğimiz, yayıldığımız bir günse, olduğu yerden kalkıp kapıya gidiyor, yatıyor. Burnunun açısı sokak kapısına, dışarıya doğru. Yine ne bir havlama ne bir bakış. Pasif bir yatış, ama mesaj dolu bir bekleyiş. Anlayana tabi.

Ormana geldiğimiz zaman şehirdekinin aksine Coffee’yi kulübeye almıyoruz. En başından bu kuralı koyduk, Coffee de yıkmaya çalışmadı. Şu anda geceleri arabanın bagajında yatıyor. Hatta yorulup ‘of artık beni yatırsanız’ mesajını vermek istediği zaman arabanın tekerinin yanına ilişiyor, ‘tamam, uyku vakti geldi’ diyoruz. Bagaj kapısını açmamızla hooop dört ayak içerde, solucan gibi kıvrılıp köşesinde. Kulübeye almıyoruz, ama pasif mesajlarını vereceği zaman kulübenin girişinde oturup orda öyle bekliyor. Aynı evdeki mama saati duruşu gibi. Kışsa üşümüş olabiliyor, altına birşey koymak gerekiyor, içeri girmese bile sıcak yer ihtiyacını dile getiriyor. Veya su kabında su bitmiş olabiliyor, hemen dolduruyoruz. Ya da hiçbiri, sadece içeride naptığımızı merak ediyor, ilgi istiyor.

Bugünün akışını fotoroman şeklinde anlatmak istiyorum.

Bizim Bey’le banyoda tesisatla ilgili işlerimiz var, tak tuk uğraş halindeyiz. Coffee de terasta dinlenmede. Ben içeri girip çıkıyorum. Baktım bizimki yine kapıda, pasif bekleyişte. Ve o bakışlar, ah o bakışlar. Anlıyorum bir mesaj var. Kollarımı açarak dışarı çıkıyorum, birkaç sevgi sözcüğü sarfediyorum. Bizimki kendini yere atıp patileriyle kafasını sıkıştırmaya başlıyor. İlgi istiyorum, sev beni işaretleri. Okşuyorum, seviyorum, konuşuyorum. Coffee mutlu, çook mutlu. Uzun uzun geriniyor, ön iki patisini kolumun üstüne atıyor. Biri bir avucumun içinde, kafası da diğer avucumun. Hop kafayı yerleştirdi, uyuklamaya başladı bile. Ama benim içeri gidip Bey’e yardım etmem lazım! Biraz daha okşayıp severek yavaşça yanından kalkıyorum. Yarım gözünü açıp yan yan yukarı bana bakıyor, sonra yine kapatıyor. Tamam, içeri gidebilirim.

Döndüğümde bakıyorum, bizimki şilteye terfi etmiş. Kafayı kaldırıp dikleşiyor, gözlerini dikip bakıyor, beni izliyor. Bilgisayar başına oturduğumda anlıyor ki kendi işime bakıyorum, yatıp uyuklamaya başlıyor yine.

İçeri gidiyorum, tesisat tamiratına yardım ediyorum. Döndüğümde bizimki özgürlüğünü ilan etmiş, bayıra çıkmış, otların arasına gömülmüş, orda uyukluyor.

Geldiğimi farkedince arkaya doğru bir bakış, sonra rüzgarın esmesiyle burun havada bir koklayış, kulakları pıtır pıtır kaşıyış. Bey’in de dışarı çıkmasıyla hoop, dört ayak üstündeyiz.

Evveeet, uyuduk uyandık oyun saatimiz geldi. Tenis topunu göstermemizle bir heyecan silsilesi başlıyor. Bir aşağı atıyoruz, bir yukarı, bir aşağı, bir yukarı. Bizimki iki kulak havada koşup yakalayıp getiriyor.

Getirdiğini gösteriyor, sonra oturup bekliyor. Ne o? Ödül zamanı.

İçeri gidiyorum, küçük bir peynir parçası kapıyorum, bizim Bey’e veriyorum, yine içeri gidiyorum. Bey ödülün yarısını vermiş, diğer yarısını bana veriyor, ‘sonra verirsin’ diyor. Bizimki oyunu bitirmiş, daha oynamak istememiş. Peynir parçasını içeri kaldırıyorum. Ama birşey unutuyorum ‘Coffee, tamam, bitti’ demeyi.

İçerden geldiğimde bir bakıyorum bizimki terasın altında, sadece kafa görünür şekilde bekliyor. Ne bir ses, ne bir havlama. Bana bakıyor, bekliyor.

‘Tamam Coffee, bitti. Hadi kalk bakalım, gel buraya’ diyorum.

Gelip bana sürünüyor, terasa çıkıyor, şiltesinde yatıyor.

Coffee konuşmuyor, ama konuşmadan, havlamadan, hırlamadan, ulumadan derdini o kadar iyi anlatıyor ki her seferinde hayret ediyoruz ve onu her gün daha çok seviyoruz. Verdiği mesajları Coffee’ye biz öğretmedik, o bize öğretti. Biz de keyifle, gururlanarak, gerektiğinde onu onaylayarak, anladığımızı ona anlatarak Coffee’yi gözlemlemeye devam ediyoruz. Tüm köpek sahiplerine de bunu tavsiye ediyoruz. Onlar bizim köpeklerimizse, biz de onların insanlarıyız. Karşılıklı iletişime açık olmalıyız. Ne demişler ‘it takes two to tango‘.

Neslihan Kazdal

mindmills.wordpress.com